Behçet karayağız, saz gibi bir delikanlıydı. Kasabasından büyük hayallerinin peşinden gelmişti Mekteb-i Mülkiyeye. Okuyup kaymakam olacaktı. Memleketinin güzel insanlarının acıl kaderlerini değiştirecekti. İnsanlar daha güzel bir ülekde,mutlu, huzurlu ve varlık içinde yaşasın diye mücadele edecekti. Fişek gibi yaşamıştı hayatı Behçet...
Ankara psulu havanın esiri olmuştu. Zemherinin zebanileri kol geziyordu sokaklarda. İşte böyle sisli bir Ankara akşamında mavi tepeli lambalı arabalarıyla alıcı bir kuş gibi çökmüşlerdi Behçet'in ensesine.
Bir pençede koparmışlardı onu gencecik hayattan ve hayallerinden. Fırlatıp atmışlardı Korku Krallığının mezbahasına...
Şimdi Et-Balığın arkasındaki karanlık, nemli hücrenin soğuk betonunda, kımıldamadan boylu boyunca yatıyordu...
Hücredeki ekşimiş idrar kokusu burnunu sızlatıyordu. Gözleri, içinde kaybolduğu gözçukurunda belli belirsiz yanıp sönüyordu. Çatlamış dudaklarında sır mühürü çözülmeden duruyordu...
Behçetin yarı açık gözleri hücrenin kapısından sızan ışığa saplanmıştı.
Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. Kara meleğin pelerini Behçet'in siyah gözlerini usul usul örtüyordu.
Kayıp giden ışığın ardından karanlığa gömülürken Behçet, dudaklarında çok sevdiği Gothe'nin "IŞIK BİRAZ DAHA IŞIK" sözleri dondu.
Fikret Doğan
Datça